Sanat - Sanat Yazıları
Sentez kabiliyetine "yaratma gücü" de diyebiliriz. Çünkü sentez salt mekanik, entelektüel bir olay değildir. Sadece akıl, kültür tabiatın sentezine varmaya yetmez. Sentez, büyük bir bölümünde, sanatçının ruh zenginliğine, daha açık bir tarifle, etrafında gördüklerine verebileceği anlam zenginliğine bağlıdır. Çünkü sentez, sadece "madde" olan fizik bir dünyaya metafizik bir anlam, anlamlar katma olayıdır.
Üslûp, "stil" in önemi
Sanatçının sentez kudreti, kişiliği, üslûp denilen "stil'i meydana getirir. Kudretli sanatçının kendine has bir stili vardır. Tabiatı anlayıştaki özellik, dünya olaylarından çıkardığı anlam, çiziş, kompoze ediş tarzı, kendine has renkler, ahenkler, fırçayı kullanıştaki özellik "stil"i yaratır. Giotto, Leonardo da Vinci, Rembrandt, Cezanne aynı insanları, ağaçları, gökleri resmettiler. Ama bütün bu elemanlar bu ressamlarda bambaşka biçim ve renklerde, bambaşka anlamlardadır. Her birinin kendine has stili vardır.
Stil derken, onu “stilizasyonla” karıştırmamak gerek. Bunlar çok ayrı şeylerdir. Stil ressamın kişiliği, duyuş, çiziş özelliğidir. Stilizasyon daha çok dekoratif karakterlidir. Tabiatın süsleyici, geometrik kalıplara sokularak ritmik şekillere bürünmesidir.
Örneğin, Türk çinilerindeki lâle, karanfil, yaprak gibi motifler "stilize" edilmiştir. Halılar, kilimlerdeki desenler de geometrik kalıplara sokulmuş birer stilizasyondur.
Bu bölümü bitirirken çağdaş resim akımlarının sanat-tabiat sentezine getirdikleri yeni anlamlar üstünde durmamız gerekir.
Bu yüzyılın başından bugüne kadar gitgide gelişen anlamsız, soyut resim ekolleri sanatın tabiatla, dış dünya ile ilgilerini kökünden kesmiş midir? öyle ise sanatla tabiat, sanatla duygular, tepkiler arabuluculuğu olan estetik bilimi yeni temellere mi bağlanmalıdır ?
İlkin söyleyelim ki hepsi geçici olan, belli süreler içinde doğup gelişen, sonra da sönen sanat akımları artık klasikleşmiş estetik bilimini sarsamazlar. Yaratık olarak sanatçının tabiat karşısındaki durumu, düşünüş ve teknikleri ne olursa olsun, değişemez. Ressam tabiattan, göze görünür fizik dünyadan ayrılıyorum sanabilir. Gerçekte o gene tabiata, tabiatın fizik kanunlarına bağlıdır.
Paul Klee, bir sergisinin açılışında şunları söylemişti:
“Ressam, tabiatın olmuş bitmiş olarak sunduğu “şey”leri dikkatle inceler. Onları inceledikçe de şu sonuca varır: olmuş bitmiş tabiat yerine “yaratmaya” yer vermek.
“Bu dünya ilkin böyle değildi, sonunda da başka olacaktır. Görünüşler gelip geçicidir.”
“Gerçek ötesi sandığımız biçimlerin ne kadar gerçek olduklarını anlamak için mikroskoba bakmak yeter.”
Soyut resmin kurucularından olan Klee bu sözleriyle, bu bölümde özetlediğimiz düşünceleri tekrarlamıyor mu? Görüşü, tekniği ne olursa olsun, gerçekçi yada soyut olsun ressam, hep bu dünya içinde, hep bu dünya koşullarına bağlıdır. Gerçeğe, gerçek görünüşlere uygun olsun olmasın tablo, üstünde yaşadığımız fizik dünyanın bir parçasıdır. Tabiata yakın, yada uzak, resim, şaşmaz kanunlara bağlıdır. Leonardo da Vinci'nin, Rembrandt'ın bir figürünü Paul Klee'nin, Kandinky'nin bir soyut kompozisyonuna yaklaştıran bu şaşmaz kanunlar, sanatın temelleridir.
Henri Matisse, “Ressam, diyor, tabiat karşısında kendini zorlarsa, tabiatı yorumluyorum diye zorâki, bambaşka biçimler yaparsa sahte, yapma sanat olur tablosu. Ben resim yaparken tabiatı “kopya” etmek kanısındayım. Çizdiğim biçimler, sürdüğüm renkler bana, tabiatın biçimleri, renkleri gibi geliyor. Tablomu bitirdikten sonra anlıyorum ki bambaşka bir şey yapmışım. Ama bu yaptığım şeyi bile bile, kendimi zorlayarak meydana getirmiş değilim.”
Matisse'in bu sözleri Gustave Courbet'nin bir sorusuna yaklaştırılabilir.
Bir gün ormanda resim yapan Courbet, oradan geçen bir köylüyü yanına çağırır ve: “Arkadaş, der, sana zahmet ama, gidip şu resmini yaptığım kırmızımsı şey nedir, bir bakar bana söyler misin?" Köylü güler: “Mösyö, der, bu resmini yaptığınız kırmızımsı şeyin oraya istif edilmiş kuru dallar olduğunu görmüyor musunuz?”
Tabiata bakarak gördüklerini resimlediğini, bir çeşit kopya yaptığını söyleyen, ama tabiatı en geniş bir serbestlikle yorumlayan Henri Matisse'le, kuru dalları seçemeyen Gustave Courbet'nin tutumları eşit değil mi? Önemli olan, yorumlanan konunun bilinip bilinmemesi değil, sonunda meydana gelecek eserin kalitesi, güzelliği.
Bu kalite, bu güzellik hangi anlayış, hangi üslûp içinde yapılırsa yapılsın, sanat eserinin haslığını sağlayan unsur şüphesiz içtenliği, içliliğidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz “stil-üslup” gerçekçi olsun, soyut olsun, has eserin damgasıdır. Çokluk çağdaş eserlerde gördüğümüz zorlanmış, yapma görünüşün “stilizasyon” dan öteye gitmemesi de bundan ötürüdür.
Sanat tarihini kuşatan değerli tabloları gözden geçirelim. Hiç bir akım ötekine benzemez, ve hiç bir üslûp, kendinden öncekini tekrarlamaz. Üslûplar, akımlar birbirinden nasıl ayrı ise türlü uygarlıkların sanatı da dinlere, kültürlere göre ayrılır. Ama tarihin ilk çağlarından bu yana meydana getirilmiş resimlerin toplu bir benzerliği var ki, o da sanatçı ile tabiatın sentezini kurmuş olmalarıdır. Anlayış, duyuş, teknik ne olursa olsun, bunlar hangi çağın, hangi uygarlığın malı olursa olsun, resim, uzaktan yakından - çoğu zaman, çağdaş sanatta olduğu gibi uzaktan - bir tabiat tefsiri, yorumudur. Ressam, objeleri, dış dünyayı canlandırma, yada sadece o dış dünyanın duygusunda, düşünüsünde uyandırdığı tepkileri biçimlendirme çabasında evren düzeninin esiridir, onun dışına çıkamaz.
Resim Bilim'inde Leonardo da Vinci ressamı şöyle tarif eder:
“Ressamın sanatında gösterdiği güçte bir kutsallık var. Bu güç onu, bir bakıma, Tanrıya yaklaştırır. Bu güç ressamı, hür bir tutumla türlü cevherler üstünde dolaştırır, evrenin çeşitli gösterilerine bir bir el attırır. Hayvanlar, bitkiler, manzaralar, korku yada mutluluk, sevinç veren tabiat görünüşleri, denizler ve nehirler, sessiz akan, yada köpüren, taşan sular, kimi parlak, kimi siyah, yağmur, fırtına habercisi bulutlar; ressam bütün bunları görür, eserlerinde canlandırır.
Ressam kendini tabiatla bir tutar, onunla yarış eder.
Resim, tabiat ananın en soylu çocuğudur, ondan doğmuştur. Daha doğrusu resim, tabiat ananın torunudur. Dış dünyada gördüklerimiz tabiat ananın öz evlâtlarıdır. Resim, bunlardan çıktığına göre, demek ki tabiatın torunudur. Resim sanatını tabiatın torunu, Tanrının da bir yakını, bir gösterisi biliyoruz.
Resim sanatını sevmeyen, onu küçümseyen tabiatı da sevmemiş, küçümsemiş olur. Resim sanatını küçümseyen kişi, derim ki, duygusuz, ruhsuz bir yaratıktır. Resim sanatını sevmeyen, onu küçümseyen, felsefe ile at başı giden bir bilimin bütün ince yorumlarına, düşünüş, duyuşlarına, derinliklerine göz yummuş olur.
Resim göze seslenir. Ruhun penceresi de gözdür. Resim sanatını, örneğin şiirle kıyaslayacak olsak derim ki: şair, kadının güzelliğini anlatsın, ressam da canlandırsın. Bak gör âşık nereye yönelir; şiire mi, resme mi?"
Alıntıdır...
Sentez kabiliyetine "yaratma gücü" de diyebiliriz. Çünkü sentez salt mekanik, entelektüel bir olay değildir. Sadece akıl, kültür tabiatın sentezine varmaya yetmez. Sentez, büyük bir bölümünde, sanatçının ruh zenginliğine, daha açık bir tarifle, etrafında gördüklerine verebileceği anlam zenginliğine bağlıdır. Çünkü sentez, sadece "madde" olan fizik bir dünyaya metafizik bir anlam, anlamlar katma olayıdır.
Üslûp, "stil" in önemi
Sanatçının sentez kudreti, kişiliği, üslûp denilen "stil'i meydana getirir. Kudretli sanatçının kendine has bir stili vardır. Tabiatı anlayıştaki özellik, dünya olaylarından çıkardığı anlam, çiziş, kompoze ediş tarzı, kendine has renkler, ahenkler, fırçayı kullanıştaki özellik "stil"i yaratır. Giotto, Leonardo da Vinci, Rembrandt, Cezanne aynı insanları, ağaçları, gökleri resmettiler. Ama bütün bu elemanlar bu ressamlarda bambaşka biçim ve renklerde, bambaşka anlamlardadır. Her birinin kendine has stili vardır.
Stil derken, onu “stilizasyonla” karıştırmamak gerek. Bunlar çok ayrı şeylerdir. Stil ressamın kişiliği, duyuş, çiziş özelliğidir. Stilizasyon daha çok dekoratif karakterlidir. Tabiatın süsleyici, geometrik kalıplara sokularak ritmik şekillere bürünmesidir.
Örneğin, Türk çinilerindeki lâle, karanfil, yaprak gibi motifler "stilize" edilmiştir. Halılar, kilimlerdeki desenler de geometrik kalıplara sokulmuş birer stilizasyondur.
Bu bölümü bitirirken çağdaş resim akımlarının sanat-tabiat sentezine getirdikleri yeni anlamlar üstünde durmamız gerekir.
Bu yüzyılın başından bugüne kadar gitgide gelişen anlamsız, soyut resim ekolleri sanatın tabiatla, dış dünya ile ilgilerini kökünden kesmiş midir? öyle ise sanatla tabiat, sanatla duygular, tepkiler arabuluculuğu olan estetik bilimi yeni temellere mi bağlanmalıdır ?
İlkin söyleyelim ki hepsi geçici olan, belli süreler içinde doğup gelişen, sonra da sönen sanat akımları artık klasikleşmiş estetik bilimini sarsamazlar. Yaratık olarak sanatçının tabiat karşısındaki durumu, düşünüş ve teknikleri ne olursa olsun, değişemez. Ressam tabiattan, göze görünür fizik dünyadan ayrılıyorum sanabilir. Gerçekte o gene tabiata, tabiatın fizik kanunlarına bağlıdır.
Paul Klee, bir sergisinin açılışında şunları söylemişti:
“Ressam, tabiatın olmuş bitmiş olarak sunduğu “şey”leri dikkatle inceler. Onları inceledikçe de şu sonuca varır: olmuş bitmiş tabiat yerine “yaratmaya” yer vermek.
“Bu dünya ilkin böyle değildi, sonunda da başka olacaktır. Görünüşler gelip geçicidir.”
“Gerçek ötesi sandığımız biçimlerin ne kadar gerçek olduklarını anlamak için mikroskoba bakmak yeter.”
Soyut resmin kurucularından olan Klee bu sözleriyle, bu bölümde özetlediğimiz düşünceleri tekrarlamıyor mu? Görüşü, tekniği ne olursa olsun, gerçekçi yada soyut olsun ressam, hep bu dünya içinde, hep bu dünya koşullarına bağlıdır. Gerçeğe, gerçek görünüşlere uygun olsun olmasın tablo, üstünde yaşadığımız fizik dünyanın bir parçasıdır. Tabiata yakın, yada uzak, resim, şaşmaz kanunlara bağlıdır. Leonardo da Vinci'nin, Rembrandt'ın bir figürünü Paul Klee'nin, Kandinky'nin bir soyut kompozisyonuna yaklaştıran bu şaşmaz kanunlar, sanatın temelleridir.
Henri Matisse, “Ressam, diyor, tabiat karşısında kendini zorlarsa, tabiatı yorumluyorum diye zorâki, bambaşka biçimler yaparsa sahte, yapma sanat olur tablosu. Ben resim yaparken tabiatı “kopya” etmek kanısındayım. Çizdiğim biçimler, sürdüğüm renkler bana, tabiatın biçimleri, renkleri gibi geliyor. Tablomu bitirdikten sonra anlıyorum ki bambaşka bir şey yapmışım. Ama bu yaptığım şeyi bile bile, kendimi zorlayarak meydana getirmiş değilim.”
Matisse'in bu sözleri Gustave Courbet'nin bir sorusuna yaklaştırılabilir.
Bir gün ormanda resim yapan Courbet, oradan geçen bir köylüyü yanına çağırır ve: “Arkadaş, der, sana zahmet ama, gidip şu resmini yaptığım kırmızımsı şey nedir, bir bakar bana söyler misin?" Köylü güler: “Mösyö, der, bu resmini yaptığınız kırmızımsı şeyin oraya istif edilmiş kuru dallar olduğunu görmüyor musunuz?”
Tabiata bakarak gördüklerini resimlediğini, bir çeşit kopya yaptığını söyleyen, ama tabiatı en geniş bir serbestlikle yorumlayan Henri Matisse'le, kuru dalları seçemeyen Gustave Courbet'nin tutumları eşit değil mi? Önemli olan, yorumlanan konunun bilinip bilinmemesi değil, sonunda meydana gelecek eserin kalitesi, güzelliği.
Bu kalite, bu güzellik hangi anlayış, hangi üslûp içinde yapılırsa yapılsın, sanat eserinin haslığını sağlayan unsur şüphesiz içtenliği, içliliğidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz “stil-üslup” gerçekçi olsun, soyut olsun, has eserin damgasıdır. Çokluk çağdaş eserlerde gördüğümüz zorlanmış, yapma görünüşün “stilizasyon” dan öteye gitmemesi de bundan ötürüdür.
Sanat tarihini kuşatan değerli tabloları gözden geçirelim. Hiç bir akım ötekine benzemez, ve hiç bir üslûp, kendinden öncekini tekrarlamaz. Üslûplar, akımlar birbirinden nasıl ayrı ise türlü uygarlıkların sanatı da dinlere, kültürlere göre ayrılır. Ama tarihin ilk çağlarından bu yana meydana getirilmiş resimlerin toplu bir benzerliği var ki, o da sanatçı ile tabiatın sentezini kurmuş olmalarıdır. Anlayış, duyuş, teknik ne olursa olsun, bunlar hangi çağın, hangi uygarlığın malı olursa olsun, resim, uzaktan yakından - çoğu zaman, çağdaş sanatta olduğu gibi uzaktan - bir tabiat tefsiri, yorumudur. Ressam, objeleri, dış dünyayı canlandırma, yada sadece o dış dünyanın duygusunda, düşünüsünde uyandırdığı tepkileri biçimlendirme çabasında evren düzeninin esiridir, onun dışına çıkamaz.
Resim Bilim'inde Leonardo da Vinci ressamı şöyle tarif eder:
“Ressamın sanatında gösterdiği güçte bir kutsallık var. Bu güç onu, bir bakıma, Tanrıya yaklaştırır. Bu güç ressamı, hür bir tutumla türlü cevherler üstünde dolaştırır, evrenin çeşitli gösterilerine bir bir el attırır. Hayvanlar, bitkiler, manzaralar, korku yada mutluluk, sevinç veren tabiat görünüşleri, denizler ve nehirler, sessiz akan, yada köpüren, taşan sular, kimi parlak, kimi siyah, yağmur, fırtına habercisi bulutlar; ressam bütün bunları görür, eserlerinde canlandırır.
Ressam kendini tabiatla bir tutar, onunla yarış eder.
Resim, tabiat ananın en soylu çocuğudur, ondan doğmuştur. Daha doğrusu resim, tabiat ananın torunudur. Dış dünyada gördüklerimiz tabiat ananın öz evlâtlarıdır. Resim, bunlardan çıktığına göre, demek ki tabiatın torunudur. Resim sanatını tabiatın torunu, Tanrının da bir yakını, bir gösterisi biliyoruz.
Resim sanatını sevmeyen, onu küçümseyen tabiatı da sevmemiş, küçümsemiş olur. Resim sanatını küçümseyen kişi, derim ki, duygusuz, ruhsuz bir yaratıktır. Resim sanatını sevmeyen, onu küçümseyen, felsefe ile at başı giden bir bilimin bütün ince yorumlarına, düşünüş, duyuşlarına, derinliklerine göz yummuş olur.
Resim göze seslenir. Ruhun penceresi de gözdür. Resim sanatını, örneğin şiirle kıyaslayacak olsak derim ki: şair, kadının güzelliğini anlatsın, ressam da canlandırsın. Bak gör âşık nereye yönelir; şiire mi, resme mi?"
Alıntıdır...